‘’TÜRKİYE’DE DEVLET VE ORDU KURUMLARINA DİNİ GRUPLARIN SIZMASININ TEHLİKELERİ’’

Batı Yakası TV
Batı Yakası TV  - Editör
24 Min Okuma

Değerli dostlar,

Normalde, biyoteknolojinin önemine dair yazımı yayınlamam gerekiyordu. Ancak, devletin farklı kademelerini ele geçiren tarikat, örgüt ve cemaatlerin teğmenler meselesindeki tavırları, Türk Milletinin en önemli savunma savaşlarından birisi olan Çanakkale destanının yanına iğreti bir şekilde tutturulan Gazze meselesi ile çocuklarımızın eğitim yılına başlayacak olması nedeniyle bir ara yazı yazman zorunda kaldım. Konumuz tarikat, cemaat ve dini grupların devleti ele geçirdiği Türkiye’de neler oluyor?

Hepimizin farkında olduğu ancak çoğunlukla görmezden gelinen, hatta kimi zaman bizzat desteklenen bir gerçeklik olarak karşımızda duran, Türkiye’deki bazı dini grupların devletin temel kurumlarına – özellikle ordu ve hükümete – sızma girişimleri, büyük bir tehlikenin kapısını aralamaktadır. Bu sızma hareketleri, yalnızca Türkiye’nin laik yapısını değil, aynı zamanda ulusal güvenliğini, demokratik kurumlarını ve nihayetinde Türk Milletinin varlığını tehdit etmektedir. Ancak ne acıdır ki, Türk Milleti bu gelişmeleri, göz göre göre felakete sürüklenirken, adeta bıçağın keskinliğini fark etmeyen kurban misali, alkışlarla karşılamaktadır.

Bu dini grupların devlet üzerindeki nüfuzu, sadece ulusal boyutla sınırlı kalmayıp, uluslararası bağlantıları ve destek gördükleri dış merkezler nedeniyle de küresel bir boyut kazanıyor. Köklendikleri fundamental akımlar ve dışarıdan aldıkları destek, Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü zayıflatırken, bu ideolojilerin devlet gücüyle birleşmesi, kamu güvenini ve devletin kurumsal yapısını derinden sarsıyor. Devletin kontrolü altındaki bu tehlike, giderek büyüyen bir tehdit haline gelmiş durumda ve bu tehdidin sonuçları, görmezden gelinemeyecek kadar ağır olabilir.

Siyasi Bilim Perspektifinden: Dini Grupların Siyaset Üzerindeki Etkisi

Dini grupların devlet mekanizmaları ve siyasete olan etkisi, siyasi bilim açısından oldukça kritik bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyaset bilimciler, devlet ile dini gruplar arasındaki ilişkinin, hem demokratik değerlerin korunması hem de hukukun üstünlüğü açısından büyük bir tehlike oluşturabileceğini vurgulamaktadır. Türkiye’de bazı dini grupların, özellikle siyasi partilerle kurduğu ilişkiler, dini yapıların siyasi karar alma mekanizmalarında etkili olmasına yol açmıştır. Bu tür dini grupların, seçim dönemlerinde siyasi partilere verdikleri destek karşılığında devlette pozisyon ve imtiyazlar elde ettikleri bilinmektedir. Bu durum, Türkiye’de siyasetin ve devlet yönetiminin nesnel ve demokratik temellerden uzaklaşmasına neden olmaktadır.

Siyaset biliminde “clientelism” (müşteri politikası) olarak bilinen bu yapı, özellikle dini gruplarla siyasi partiler arasındaki çıkar ilişkilerinin daha da pekişmesine yol açmaktadır. Bu ilişkiler, devletin laik yapısını zayıflatmakta ve siyasi partilerin, dini grupların taleplerine göre hareket etmelerini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerin, bu gruplara yönelik verdikleri tavizler, siyaseti deforme etmekte ve demokratik sistemin işleyişini bozmakta, sonuç olarak kamu kaynaklarının etkin kullanımı ve liyakat esaslı yönetimi baltalamaktadır.

Özellikle 1980 sonrası Türkiye’de, dini grupların siyasi partilerle yakın ilişkiler kurarak, devlet yönetiminde kilit rol oynaması, toplumsal yapıdaki kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Dini grupların hükümetler üzerindeki etkisi, sadece yerel siyasetle sınırlı kalmamış, dış politikada da belirleyici olmuştur. Bu durum, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası ilişkilerinde dini grupların taleplerinin göz ardı edilemez bir faktör haline gelmesine neden olmuştur.

Laikliğin Zayıflaması: Eşitlik ve Adalet Tehdidi

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olan laiklik, devletin din etkisinden arındırılmasını ve tüm vatandaşlara din, mezhep veya inanç farkı gözetmeksizin eşit hizmet verilmesini amaçlar. Laiklik, sadece bireylerin inanç özgürlüğünü korumakla kalmaz, aynı zamanda dini grupların devletin içinde yuvalanmasını, ayrımcılık yapmasını ve adaletin çarpıtılmasını önleyen bir denge unsurudur. Ancak, son yıllarda dini grupların devletin çeşitli organlarına sızması, bu tarafsız yapıyı ciddi biçimde zedelemektedir.

Bazı cemaatler ve tarikatlar, devletin kritik pozisyonlarına kendi üyelerini yerleştirmek için sınavlarda ve mülakatlarda liyakati hiçe sayarak, bu ülkenin gençlerinin emeğini gasp etmektedir. Mülakat sistemi, objektif ölçütlerden saparak, bilgi ve beceriden ziyade “kimin nesi olduğuna” göre işe alımları belirleyen bir yapıya dönüşmüştür. Bu durum, artık dini bağlılığın devlette liyakat ve hukukun üstünlüğünün önüne geçtiğini acı bir şekilde ortaya koymaktadır. Gençler, hak ettikleri pozisyonlara ulaşamazken, devletin en kritik noktalarına yetersiz ama ideolojik bağlılığı güçlü kişiler getirilmektedir. Bu, devletin işleyişini aksatmakta, adalet duygusunu sarsmakta ve toplumdaki güveni yok etmektedir.

Türkiye’de dini gruplar arasındaki çeşitlilik, devlet içindeki nüfuz alanlarının farklılaşmasına neden olur. Cemaatler, eğitim, medya ve yargı gibi alanlarda etkili olmayı hedeflerken, bazı tarikatlar ise ordu ve güvenlik bürokrasisine sızarak bu stratejik yapılar üzerinde kontrol kurmaya çalışmaktadır. Bu çeşitliliğin, devletin laik yapısını ve demokratik işleyişini tehdit eden unsurlar olduğunu göz ardı edemeyiz.

Bu tehlikenin bir örneği, Irak’ın 2003’teki işgali sırasında Kastızani tarikatının Irak ordusu üzerindeki etkisiyle ortaya çıkmıştır. Bu tarikatın lideri, işgal esnasında orduya “direnmeyin” mesajı vererek askerlerin teslim olmasına neden olmuş ve Irak’ın hızla işgal edilmesine zemin hazırlamıştır. Bu trajik örnek, dini grupların devlet yapısına sızmasının nasıl bir felakete yol açabileceğini göstermektedir. Türkiye’nin de benzer bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu açıktır; devletin, dini grupların kontrolüne girmesi, ulusal güvenlik, adalet ve halkın huzuru için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

Laik devlet yapısının zayıflatılması, sadece din-devlet ayrımını bozmakla kalmaz, aynı zamanda toplumda eşitlik ilkesini derinden yaralar. Devletin hiçbir inanç veya mezhep grubuna imtiyaz tanımaması ve her vatandaşa eşit mesafede durması, adaletin ve toplumsal barışın sağlanması için elzemdir. Laiklik ilkesi, Türkiye’nin geleceği için korunması gereken en temel değerlerden biridir.

Ulusal Güvenlik Tehdidi: 15 Temmuz Darbe Girişimi

Dini grupların orduya ve istihbarat birimlerine sızmasının en çarpıcı ve trajik örneği, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimidir. Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ), yıllar boyunca sistemli bir şekilde Türkiye’nin en kritik devlet kurumlarına, özellikle ordu ve yargıya, sızarak gizli bir yapı oluşturmuştur. Bu sızma hareketi, devletin güç merkezlerinde liyakat yerine sadakat esasına dayanan bir düzen kurarak, FETÖ’nün kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesine olanak sağlamıştır. Gülen veya Hizmet cemaati adı altında kamufle olan bu örgüt, devletteki bu nüfuzunu yıllarca büyütmüş, hemen hemen tüm politikacılar tarafından desteklenerek en güçlü haline ulaşan örgüt, nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’ni ve halkını hedef alan bir darbe girişimiyle sonuçlanan bir plan uygulamıştır.

15 Temmuz 2016’da Türkiye, tarihinin en karanlık gecelerinden birini yaşadı. FETÖ mensuplarının ordu içerisindeki unsurları, ülke genelinde birçok kritik noktayı ele geçirerek yönetime el koyma girişiminde bulundu. Askeri üslerden kalkan jetler, meclis binası gibi devletin sembol noktalarını bombaladı, tanklar sokaklara indirildi, köprüler kapatıldı ve sivil halka ateş açıldı. Bu darbe girişimi sırasında, devlet içindeki FETÖ mensuplarının, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve halkın çıkarlarını değil, örgütün çıkarlarını gözettiği açıkça görüldü. Halkın üzerine ateş açarak masum insanları katleden darbeciler, emirlerini aldıkları örgüt liderinin çıkarlarını her şeyin önüne koymuşlardı.

Bu girişim, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ne kadar ciddi bir tehdit altında olduğunu gözler önüne serdi. FETÖ, devletin kalbi olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve diğer kritik kurumlarda kök salmış, örgütlenmiş ve verilen siyasi desteklerle de planlarını uygulamaya koyabilecek kadar güçlenmişti. Bu, Türkiye’nin bağımsızlığına ve anayasal düzenine karşı yapılan en büyük saldırılardan biriydi. Darbe girişimi, sadece mevcut hükümeti devirmeye yönelik bir hareket değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm demokratik ve kurumsal yapısını yok etmeye yönelik bir hamleydi.

Darbe girişiminin başarısız olmasında en büyük rolü, halkın ve meşru güvenlik güçlerinin darbecilere karşı gösterdiği direniş oynadı. Ancak bu süreçte, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin, devlet içinde yuvalanmış dini örgütlerin tehditlerine karşı ne kadar savunmasız hale geldiği de ortaya çıktı. FETÖ’nün devlet kurumlarına sızmış mensupları devleti içten zayıflatmış ve nihayetinde ülkeyi kaosa sürüklemeyi denemiştir.

Darbe girişiminin ardından, hükümet ve güvenlik birimleri, devlet içindeki FETÖ unsurlarını temizlemek için geniş çaplı operasyonlar başlattı. Ordudan, yargıdan, eğitimden ve diğer devlet kurumlarından on binlerce kişi ihraç edildi, tutuklamalar ve yargılamalar yapıldı. Ancak, bu operasyonlar ve tasfiyeler, devletin içindeki bu tür dini yapıların köklerini tamamen sökmek için yeterli olmadı. FETÖ’nün devlet yapısındaki etkisi, sadece devleti ele geçirme girişimiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda devlet mekanizmasının işleyişini derinden zayıflatmıştır.

Bu darbe girişimi, dini grupların devlet içinde güç kazanmasının ulusal güvenlik açısından ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Devletin en kritik kurumlarının bile bu tür örgütlerin sızmasına karşı savunmasız hale gelebileceğini ve bu yapıların devlete karşı nasıl yıkıcı bir güç olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Özellikle siyasi partilerin her türlü cemaat ve dini gruplarla ilişkilerinde koruması gereken mesafeye işaret etmektedir.

Darbeye karşı alınan önlemler ve operasyonlar sayesinde FETÖ’nün devlet içindeki etkisi büyük ölçüde sınırlandırılmış olsa da, bu sızma hareketinin uzun vadeli etkileri hâlâ hissedilmektedir. Örneğin, bu yapının siyasi bileşenleri asla soruşturulmamış, hesap vermemiş ve bugün de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak hayatına devam etmektedir.

Devletin güvenlik ve adalet sistemlerinde meydana gelen bu kırılmalar, uzun yıllar boyunca kurumların yeniden yapılandırılması ve güvenin inşa edilmesi gerektiğini göstermektedir. Devletin, dini grupların bu tarz örgütlenmelerine karşı sürekli olarak tetikte olması, ulusal güvenliği koruma yolunda en önemli adımlardan biridir.

Sonuç olarak, 15 Temmuz 2016, dini grupların devlete sızmasının sadece iç meselelerle sınırlı olmadığını, aynı zamanda ulusal güvenlik için büyük bir tehdit oluşturduğunu açıkça ortaya koydu. Bu deneyim, Türkiye’nin devlet yapısının bağımsız ve laik temellerine ne kadar bağlı kalması gerektiğini ve bu temellerin korunmasının ulusal güvenliğin bir garantisi olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Meritokrasinin Zayıflaması: Liyakat Yerine Sadakat

Dini grupların devlet kurumlarına sızmasının en yıkıcı sonuçlarından biri, liyakatin önemini kaybetmesi ve sadakatin esas alınmasıdır. Liyakat, bir işi yapmaya “layık olma” ve o işte “ehil olma” anlamında kullanılan temel bir ilkedir. Modern dünyada, hemen hemen tüm profesyonel mesleklerin icrası, liyakate yani yeterliliğe dayalıdır. Bu yeterlilik, genellikle mesleği yapabileceğinizi gösteren sertifikalar, diplomalar ve eğitimlerle somutlanır. Örneğin, bir doktor olarak çalışabilmeniz için tıp fakültesinden mezun olduğunuzu kanıtlayan bir diploma almanız gerekir. Aynı şekilde, mühendislik, öğretmenlik ya da hukuk gibi mesleklerde de bu yeterlilik belgeleri gereklidir. Bu sistemin temel amacı, topluma sunulan hizmetlerin en iyi, en yetkin kişiler tarafından gerçekleştirilmesini sağlamaktır.

Ancak, devletin yönetim mekanizmalarına dini grupların sızmasıyla birlikte, liyakat yerine sadakatin öncelik kazandığı bir düzen ortaya çıkmaktadır. Kamu görevlilerinin atanmasında bilgi, beceri ve yeterlilik gibi nesnel ölçütler göz ardı edilmekte; bunun yerine dini bağlılık ve cemaat ilişkileri tercih edilmektedir. Bu durum, devletin işleyişini sekteye uğratmakta ve kamu hizmetlerinin kalitesini ciddi şekilde düşürmektedir. Örneğin, devletin kritik pozisyonlarına belirli dini gruplara mensup kişilerin atanması, liyakatsiz kişilerin önemli karar mekanizmalarında yer almasına neden olmaktadır. Bu, sadece bireysel adaletsizliklere değil, devletin bütünlüğüne de zarar verir.

Liyakat kavramı, tarih boyunca pek çok düşünür tarafından vurgulanan bir prensip olmuştur. Konfüçyüs, devletin yönetiminde liyakatin vazgeçilmez olduğunu savunmuş ve liderlerin yalnızca ahlaklı ve yetkin bireyler arasından seçilmesi gerektiğini belirtmiştir. Konfüçyüs’e göre, bir toplumun refahı ve huzuru, ancak işini iyi bilen ve liyakat sahibi olan bireylerin yönetimde yer almasıyla sağlanabilir. Bu anlayış, devlete hizmet edecek kişilerin sadece sadık olmalarının yeterli olmadığını, aynı zamanda ehil olmalarının da zorunlu olduğunu vurgular.

Modern dönemde ise, Max Weber gibi sosyologlar, özellikle bürokrasi ve devlet yönetiminde liyakate dayalı bir yapının önemine dikkat çekmiştir. Weber, modern devletin karmaşık yapısının ancak rasyonel ve yetkin bireyler tarafından yönetilebileceğini savunur. Ona göre, liyakat, bürokrasinin profesyonelliği ve devletin işleyişindeki verimliliği artırır. Liyakat sisteminin zayıflatılması ise, devletin etkinliğini ve vatandaşlara sağladığı hizmetlerin kalitesini tehlikeye sokar.

Günümüz dünyasında, hemen hemen her meslekte ehliyet sahibi olmayı gerektiren sertifikalar, diplomalar ve belgeler, bireylerin belirli görevleri yerine getirme yetkinliğine sahip olduğunu kanıtlamak için kullanılır. Hekimlik, mühendislik ya da öğretmenlik gibi mesleklerde bu belgeler olmadan görev yapmak imkansızdır. Liyakat sistemi, bu şekilde, işin ehline verilmesi ilkesine dayanarak toplumda adaleti ve verimliliği sağlar. Ancak dini grupların sızmasıyla ortaya çıkan sadakat odaklı atamalar, bu adalet mekanizmasını ortadan kaldırarak, toplumda büyük bir güvensizlik yaratmaktadır.

Türkiye’de son yıllarda kamu ihalelerinde ve personel atamalarında dini gruplara yakın şirketlerin ve bireylerin avantaj sağladığına dair iddialar sıkça gündeme gelmiştir. Bu tür uygulamalar, devletin işleyişini baltalamakta ve kamu kaynaklarının verimli kullanımını engellemektedir. Örneğin, mülakat sistemlerinde liyakat değil, kişisel ilişkiler ve dini aidiyetler belirleyici olmaktadır. Bu durum, gençlerin bilgi ve becerileri yerine, kimin hangi cemaat ya da tarikata bağlı olduğuna göre değerlendirilmesine yol açmaktadır. Özellikle mülakat süreçlerinde yaşanan bu adaletsizlikler, Türkiye’de liyakat sisteminin ne denli zayıfladığını göstermektedir.

Sadakate dayalı bu tür atamalar, kamu hizmetlerinin kalitesini düşürmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun devlete olan güvenini de derinden sarsar. Yine Montesquieu, liyakat eksikliğinin devleti yozlaştıracağını ve adaletin sağlanamayacağını savunmuştur. Montesquieu’ye göre, adaletin tesis edilmediği ve yetkin kişilerin yönetim kademelerinde yer almadığı bir devlet, toplumsal çöküşe sürüklenir. Yönetimdeki liyakat eksikliği, devletin çıkarlarını zedeler ve bireylerin haklarını koruyamaz hale getirir.

Sonuç olarak, liyakat ilkesinin zayıflaması, Türkiye’nin kamu yönetiminde ciddi bir sorun haline gelmiştir. Sadakate dayalı atamalar, yalnızca bireysel haksızlıklara yol açmakla kalmaz, aynı zamanda devletin kurumsal yapısını ve halkın devlete olan güvenini sarsar. Modern devletin temel ilkelerinden biri olan liyakat, her meslek ve görevde olduğu gibi devlet yönetiminde de vazgeçilmezdir. Ancak, dini grupların etkisi altında bu ilkenin göz ardı edilmesi, devletin etkinliğini ve toplumsal barışı tehlikeye sokmaktadır.

 Yolsuzluk ve Mali Kötü Yönetim: Somut Örnekler ve Rakamlar

Dini grupların devlet içindeki etkinliği, sadece ideolojik bir tehdit oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda ciddi bir mali yolsuzluk sorunu doğurur. Bu gruplar, devlet kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, kamu kaynaklarının adil ve şeffaf bir şekilde yönetilmesini engeller. Devletin finansal yapısı, bu grupların etkisi altında sarsılırken, kamu projeleri ve ihalelerde adaletsizlikler yaşanmakta, kamu kaynaklarının büyük bir kısmı şeffaf olmayan yollarla dini grupların kontrolüne geçmektedir. Yolsuzluk, bu yapıların devlet içindeki nüfuzunu artırırken, toplumun genel refahını baltalar ve kamu hizmetlerinin kalitesini düşürür.

Son yıllarda Türkiye’de kamu kaynaklarının kullanımı konusunda sık sık gündeme gelen bazı büyük projelerde, belirli dini gruplara yakın şirketlerin adil olmayan yollarla avantaj sağladığına dair iddialar ortaya çıkmıştır. Özellikle kamu ihalelerinde yaşanan bu usulsüzlükler, Türkiye’nin mali yapısının şeffaflıktan uzaklaştığını ve devletin kaynaklarının etkin kullanılmadığını gözler önüne sermektedir. Bu projelerden bazıları, büyük bütçeli altyapı projeleri ve kamu hizmetleriyle ilgilidir. Örneğin, yol, köprü, havaalanı gibi büyük inşaat projelerinde, rekabetin sağlanmadığı, ihalelerin kapalı kapılar ardında dini gruplara yakın şirketlere verildiği iddiaları sıkça gündeme gelmiştir. Bu durum, vergi gelirlerinin etkin kullanılmaması ve kamu kaynaklarının israf edilmesi anlamına gelir.

Somut pek çok örnekte de görüldüğü üzere,  yapılan pek çok büyük altyapı projesinde, ihaleyi kazanan firmaların cemaat / tarikat bağlantıları olduğu ortaya çıkmış ve projelerin maliyetlerin gereksiz yere şişirildiği iddiaları kamuoyunu sürekli meşgul etmektedir. Bu tür projelerde şeffaflık olmaması, kamu kaynaklarının etkin yönetilememesi anlamına gelirken, vatandaşların ödediği vergiler üzerinden oluşturulan bütçelerin büyük bir kısmı bu tür dini yapılarla bağlantılı firmaların eline geçmiştir.

Bunun yanında, dini gruplarla bağlantılı STK’lar (sivil toplum kuruluşları), yolsuzluğun bir diğer önemli boyutunu oluşturmaktadır. Bu STK’lar, hükümetten sosyal yardım veya eğitim gibi faydalı görünen projeler için fonlar almakta; ancak bu fonlar, çoğu zaman dini grupların örgütsel faaliyetlerine yönlendirilmektedir. Özellikle, sosyal yardım veya eğitim programları adı altında alınan kamu fonları, denetlenemez hale gelmekte ve bu paraların nereye harcandığı takip edilememektedir. Bu da kamu kaynaklarının çok büyük bir kısmının, topluma hizmet etmek yerine bu dini grupların etkinliğini artırmaya ve kendilerine yeni kaynaklar yaratmaya yönelik kullanıldığını göstermektedir.

Türkiye’de pek çok büyük belediyelerin STK’lara yaptığı bağışların, cemaatlerle bağlantılı vakıflara aktarıldığı ve bu fonların hiçbir denetim mekanizması olmadan kullanıldığı bilinmektedir. Bu bağışların hangi projelerde kullanıldığına dair net bir bilgi olmaması, kamu kaynaklarının nerelere harcandığı konusunda büyük soru işaretleri yaratmaktadır. Belediyelerin bu vakıflara yaptığı büyük çaplı bağışlar, dini grupların sosyal ve ekonomik gücünü artırırken, kamu denetimi tamamen devre dışı kalmış ve bu fonların nasıl kullanıldığı konusunda hiçbir bilgi kamuoyu ile paylaşılmamıştır.

Bugün, yine devletin farklı bakanlıkları aracılığıyla dini vakıf ve derneklere aktarılan fonların toplamı milyarlarca liraya ulaşmıştır. Ancak bu fonların önemli bir kısmının hangi projelerde kullanıldığı ya da kamuya nasıl geri döndüğü konusunda detaylı bir denetim yapılmadığı ortaya çıkmıştır. Özellikle eğitim ve sosyal yardım adı altında aktarılan bu fonların çoğu, dini grupların etkinliklerini artırmaya ve siyasi nüfuz kazanmaya yönelik projelerde harcanmıştır. Bu süreçte, kamu kaynaklarının şeffaf bir şekilde denetlenememesi ve büyük miktarda paranın izlenemez hale gelmesi, mali kötü yönetim sorununun ne kadar büyük boyutlara ulaştığını göstermektedir.

Bu tür usulsüzlükler, sadece kamu kaynaklarının israf edilmesiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda kamu kurumlarına olan güvenin de erozyona uğramasına yol açar. Halk, devletin adil ve şeffaf bir şekilde yönetilmediğini gördüğünde, devlete olan güveni azalır ve bu durum, toplumsal huzuru ve devletin meşruiyetini tehdit eder. Yolsuzluk, devletin kurumlarına karşı halkın duyduğu güvenin azalmasına neden olurken, aynı zamanda devletin kaynaklarını verimli kullanmasını da engeller. Bu da uzun vadede ekonomik büyümeyi baltalar ve sosyal eşitsizliklerin artmasına yol açar.

Bu bilgiler ışığında, dini grupların devlet içindeki etkisi, mali yolsuzluk ve kötü yönetimle birleşerek, Türkiye’nin kamu maliyesini ve toplumsal yapısını ciddi bir tehdit altına sokmaktadır demek yerinde olacaktır.  Kamu kaynaklarının şeffaf bir şekilde yönetilememesi, halkın ödediği vergilerin etkin kullanılmadığını ve devletin kaynaklarının belirli grupların çıkarları doğrultusunda harcandığını açıkça göstermektedir. Bu durum, Türkiye’nin hem ekonomik büyümesini yavaşlatmakta hem de sosyal adaleti zedelemektedir.

Yolsuzluk ve mali kötü yönetimle mücadele, Türkiye’nin sürdürülebilir bir şekilde gelişebilmesi ve halkın devlete olan güveninin yeniden inşa edilebilmesi için kaçınılmazdır.

Sonsöz: Türkiye’deki Dini Grupların Devlet Üzerindeki Etkisi ve Uluslararası Boyutları

Türkiye’deki dini grupların devlet kurumları üzerindeki etkisi, yalnızca Türkiye’nin yukarıda saydığımız iç meseleleriyle sınırlı kalmayıp, bölgesel ve uluslararası boyutlara ulaşan karmaşık bir sorundur. Bu grupların, ulusal güvenlikten kamu kaynaklarının kullanımına, toplumun sosyal yapısından dış politikaya kadar geniş bir yelpazede önemli etkileri bulunmaktadır. Özellikle Orta Doğu ve Balkanlar’da benzer yapılar, devletlerin işleyişini etkilemekte, iç huzursuzluklar yaratmakta ve ülkeler arasındaki diplomatik ilişkilerde gerginliklere yol açmaktadır.

Dini grupların Türkiye’deki devlet kurumlarına sızma girişimleri, sadece Türkiye’nin iç dengelerini değil, aynı zamanda bölgesel istikrarı ve küresel politikaları da etkileyen bir faktördür. Bu grupların uluslararası bağlantıları, bölgedeki diğer dini yapılarla olan ilişkileri ve aldıkları destekler, bölgesel politikaların şekillenmesinde rol oynamaktadır. Türkiye, bu grupların faaliyetlerini kontrol altına almak ve devlet kurumlarına sızmalarını önlemek için yalnızca ulusal düzeyde değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde de adımlar atmalıdır.

Özellikle Türkiye’nin dış politikasında, dini grupların etkisi zaman zaman belirleyici olmuş, bazı ülkelerle olan ilişkilerde zorluklar yaratmıştır. Dini ideolojilere dayalı dış politik tercihler, Türkiye’nin uzun yıllardır oluşturduğu diplomatik ilişkilerde dalgalanmalara sebep olmuş ve bölgesel işbirliği çabalarını zorlaştırmıştır. Örneğin, bazı dini grupların dış politika üzerindeki etkisi, Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini zaman zaman gerginleştirmiş, bazı ülkelerle ortak çıkarlar doğrultusunda oluşturulan diplomatik bağların zarar görmesine yol açmıştır. Bu bağlamda Türkiye, dış politikasında daha dikkatli bir denge politikası izlemek zorundadır. Dış politikada ideolojik etkilerin önüne geçmek, uluslararası alanda daha güçlü bir konum elde edebilmek için kritik öneme sahiptir.

Bölgesel ve küresel düzeyde, dini grupların devlet kurumlarına sızma girişimlerine karşı ortak stratejiler geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye, bu konuda uluslararası işbirliğini güçlendirebilir ve dini yapıların devlet içindeki etkisini azaltmak için küresel müttefiklerle daha yakın çalışabilir. Özellikle Orta Doğu’da ve Balkanlar’da dini grupların devlet üzerindeki etkileriyle mücadele eden ülkelerle ortak bir strateji oluşturulabilir. Bu işbirliği, hem bölgesel istikrarı artıracak hem de bu tür grupların devletlerin işleyişine müdahalesini zorlaştıracaktır. Ayrıca, uluslararası kuruluşlarla işbirliği yaparak, dini grupların finansman kaynaklarını izlemek, devlet içine sızmalarını engellemek ve mali şeffaflığı sağlamak gibi alanlarda daha etkili adımlar atılabilir.

Türkiye’nin devlet kurumlarında dini grupların etkisini azaltmak için şeffaflık ve denetim mekanizmalarını güçlendirmesi, demokratik değerleri koruması ve laiklik ilkesini daha da sağlamlaştırması büyük önem taşımaktadır. Kamu ihalelerinde şeffaflığı artırmak, mali denetim mekanizmalarını geliştirmek ve kamu görevlilerinin atamalarında liyakat esasını yerleştirmek, bu mücadelede atılacak adımlardan sadece birkaçıdır. Aynı zamanda, eğitim sisteminde laikliği ve eleştirel düşünceyi teşvik eden politikalar, dini grupların toplum üzerindeki ideolojik etkisini azaltarak, bireylerin daha bağımsız düşünmesini ve demokratik değerlere sahip çıkmasını sağlayacaktır.

Türkiye’nin gelecekte daha güçlü, demokratik ve şeffaf bir devlet yapısı oluşturabilmesi için dini grupların devlet üzerindeki etkisinin kontrol altına alınması ve devletin tüm vatandaşlarına eşit mesafede durması zorunludur. Bu sorunun çözümü, sadece iç politikaya dayalı bir mesele olarak ele alınmamalı, uluslararası boyutları da dikkate alınarak daha geniş kapsamlı bir strateji oluşturulmalıdır.

Sonuç olarak, dini grupların devlet üzerindeki etkisinin ulusal, bölgesel ve uluslararası boyutları dikkate alınarak, kapsamlı ve bütüncül bir yaklaşım geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, laiklik ve demokrasiye dayalı yapısını koruyarak, dini grupların devlete nüfuz etmesini engellemesi, uzun vadede hem ulusal hem de uluslararası arenada daha istikrarlı bir konum elde etmesine katkı sağlayacaktır.

Bu haberi paylaş
Yazar Batı Yakası TV Editör
Takip Et:
Batı Yakası TV - Bölgenin Tek İnternet Televizyonu
yorum Yap