BİYOTEKNOLOJİ VE ULUSAL SAĞLIK GÜVENLİĞİ: BAĞIMSIZLIK İÇİN STRATEJİK BİR GEREKLİLİK

Özgür Kaleözü
Özgür Kaleözü
13 Min Okuma

Değerli okuryazar arkadaşlarım, daha da değerli gençler, yazımın kapağındaki resim neresi biliyor musunuz?

1928 yılında açılan Ankara Merkez Hıfz-ı Sıhha Enstitüsünün o zamanki adıyla Bakterioloji ve Kimya Muayene ve tahlil şubesi binası. Yani daha ilk adımlarını atmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk biyoteknoloji tesisi. Ki, bu tesisten dünyadaki pek çok ülkeye kolera aşıları gönderilmiştir ilerleyen yıllarda. 

Bu makalemiz anladığınız üzere, biyoteknoloji ve sağlık odaklı olarak,  “Biyoteknolojinin Ulusal Egemenlik ve Ekonomik Bağımsızlık İçin Stratejik Önemi” başlıklı beş bölümlük dizinin dördüncüsüdür. Bugün, biyoteknolojinin ulusal sağlık güvenliği sağlamadaki kritik rolünü ele alacağız. Dünyanın son yıllarda yaşadığı krizler, ulusların sağlık altyapılarının ne kadar kritik olduğunu gözler önüne serdi. Güçlü bir biyoteknoloji altyapısına sahip olan ülkeler, halklarını koruyabilir ve kriz anlarında dışa bağımlı olmadan hareket edebilir, bunu hep birlikte gözlemledik. Biyoteknoloji ve sağlık alanlarında gelişmişlik, başlı başına bir ulusal bağımsızlık ve milli onur meselesidir. En özet haliyle; Türk milletinin sağlığını korumak, biyoteknolojiyi geliştirerek mümkün olacaktır.

Atatürk ve Bilime Verilen Önem: Sağlığın Bağımsızlıkla Bağlantısı

Türk milletinin geleceğine ışık tutan ve hatta dünyada pek çok milletin kaderini etkileyen Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin modernleşmesi ve kalkınmasında bilimin temel rol oynayacağına inanan bir liderdi. Hiç unutmamalıyız ki O’nun vizyonunda bilim, milletlerin gerçek bağımsızlığına ulaşmaları için en önemli araçtı. Atatürk, askeri zaferlerle elde edilen bağımsızlığın yeterli olmadığını herkesten daha iyi biliyordu; ekonomik, kültürel ve bilimsel alanlarda da tam bağımsızlık şarttı. Bu yüzden Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Atatürk, sağlık alanında da bir devrim başlattı ve bilimin ışığında halkın sağlığını koruma yoluna gitti.

Bu noktada Ahmet Haşim’in, 3 Eylül 1919 yazında Manisa Milletvekili Refik Şevket beye yazıp gönderdiği mektuptan Anadolu halkı hakkında yazılmış aşağıdaki satırları okumak çok önemli… Ahh güzel Anadolum ah. Ne yokluklar çektin saltanatseverler yüzünden… Bugün de kader aynen tekrar ediyor… Okuyalım Ahmet Haşim Niğde’den yazdığı mektupta neler diyor;

…..Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

…..bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir. Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı….

….Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur.

İşte bu üzücü tabloyu Kurtuluş Savaşının derin etkileri ile bir kez daha hayal edin gençler. Atatürk Cumhuriyetimizi böyle bir toplumu ayağa kaldırarak kurdu. Ve elbette ki Atatürk, halk sağlığının korunmasının ulusun geleceği için hayati bir mesele olduğunu görüyordu. Hastalıklarla mücadele, sadece bir sağlık sorunu değildi; milletin gelecekte güçlü ve bağımsız kalabilmesi için bir zorunluluktu. Atatürk’ün sağlık konusundaki öngörüsü ve halk sağlığına verdiği önem, Türkiye’yi dışa bağımlı olmadan kendi ayakları üzerinde durabilen bir ülke yapma vizyonunun bir parçasıydı.

Refik Saydam ve Hıfzıssıhha Enstitüsü: Sağlık Bağımsızlığının Temelleri

1928 yılında kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü, Türkiye’nin sağlık alanındaki bağımsızlığını güçlendiren en önemli kurumlarından biri oldu. Refik Saydam’ın önderliğinde kurulan bu enstitü, halk sağlığını korumak, bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek ve yerli aşı üretmek amacıyla kuruldu. Enstitü, Türkiye’nin ilk yerli aşılarının üretilmesini sağladı ve ülke genelinde salgın hastalıklara karşı halkın korunmasına büyük katkılar sağladı.

Özellikle difteri, çiçek ve sıtma gibi hastalıklarla mücadelede Refik Saydam ve Hıfzıssıhha Enstitüsü, önemli başarılar elde etti. Bu başarılar, sadece sağlık açısından değil, Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak ulusal sağlığını dışa bağımlı olmadan koruyabilmesi açısından da büyük bir önem taşıyordu.

Sıtma gibi o dönemin en büyük halk sağlığı sorunlarından biri olan hastalıklarla başa çıkmada, Refik Saydam ve Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün çalışmaları hayati rol oynadı. Türkiye genelinde sıtma mücadelesi yürütülerek, bu ölümcül hastalık büyük ölçüde kontrol altına alındı. Refik Saydam’ın halk sağlığı alanındaki bu büyük başarısı, halkın güvenini kazandı ve onun Türkiye’nin sağlık politikasındaki etkisini pekiştirdi.

Refik Saydam’ın Milli Sağlık Politikalarına Katkısı

Refik Saydam, Türkiye’nin ilk sağlık bakanı olarak da Cumhuriyet’in sağlık politikalarını şekillendiren isimlerden biridir. Onun önderliğinde sağlık alanında yapılan reformlar, halkın sağlığını koruma konusunda önemli adımlar atılmasını sağladı. Sağlık hizmetlerinin halka yayılması, aşı üretiminin millileştirilmesi ve koruyucu sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, Saydam’ın sağlık politikalarındaki önceliklerindendi.

Saydam, halk sağlığını korumanın sadece bir doktorluk meselesi olmadığını, ulusal güvenlik ve bağımsızlık için de kritik önemde olduğunu vurgulamıştır. Onun geliştirdiği sağlık politikaları, Türkiye’nin ilerleyen yıllarda biyoteknoloji ve sağlık alanında daha güçlü bir altyapı oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle aşı üretiminde dışa bağımlılıktan kurtulmak, Refik Saydam’ın vizyonunun önemli bir parçasıydı. Bu vizyon, modern biyoteknolojinin de temelinde yer alır; çünkü bir milletin sağlığı, onun egemenliğinin ve bağımsızlığının en önemli güvencelerinden biridir.

Aşı Geliştirme: Milli Güvenliğin Teminatı

Bugün biyoteknolojiye yapılan yatırımlar, Atatürk ve Refik Saydam’ın Hıfzıssıhha Enstitüsü ile başlattığı sağlık devriminin devamı niteliğindedir. Aşı geliştirmek, bir milletin sadece sağlığını değil, bağımsızlığını da koruma altına alır. Pandemi döneminde tüm dünya gördü ki, aşı geliştirme yeteneği olan ülkeler krize daha hızlı yanıt verebildi. Bu, Atatürk ve Refik Saydam’ın bağımsızlık anlayışının modern dünyadaki karşılığıdır.

mRNA aşıları, COVID-19 pandemisi sırasında hızla geliştirilen bilimsel mucizelerden biri oldu. Türk bilim insanı Uğur Şahin tarafından geliştirilen bu teknoloji, dünya genelinde milyonlarca insanın hayatını kurtardı. Tabi bu noktada giderek daha da büyük bir etki alanı edinen COVID meselesinin bir kurgu olduğu, aşıların da bu kurgunun bir parçası olduğu yönündeki teorileri de göz ardı edemeyiz. Zira Amerika ve Avrupa’da bu konu çok ciddi seviyelerde tartışılmaktadır.

Bizim için önemli olan ve burada sormamız gereken önemli bir soru var: Türkiye neden kendi topraklarında bu tür aşıları hızla geliştiremiyor? Neden hemen her şeyde dışa bağımlı hale geldik? Yani, kaya tuzunu da ithal etmek zorunda değiliz sanırım, ne dersiniz? Sizin markette yerli kaya tuzu bulabiliyor musunuz? Bir bakın etiketlere.

Konumuza dönelim tekrar; Atatürk’ün Hıfzıssıhha ile kurduğu yerli ve milli sağlık altyapısı, bugün biyoteknoloji ile yeniden canlandırılmalıdır. Aşı geliştirmek ve üretmek, sadece halk sağlığı için değil, ulusal güvenlik için de stratejik bir gerekliliktir. Türkiye, kendi bilim insanlarına yatırım yaparak bu alanda tekrar öncü olabilir.

 mRNA Aşıları ve Yanlış Bilgilerle Mücadele: Bilimin Gücü

Aşı meselesi, sadece bilimsel gelişmelerle sınırlı kalmaz; aynı zamanda halkın bu teknolojilere güvenmesi de gerekir. Özellikle mRNA aşıları etrafında dönen komplo teorileri, biyoteknolojinin sağladığı bu büyük başarıyı gölgeleyebilir. Sosyal medyada yayılan yanlış bilgiler, bu aşıların DNA’mızı değiştireceği gibi asılsız iddialarla halk arasında aşı tereddütü yaratmaktadır.

Ancak gerçek şu ki, mRNA aşıları vücudumuzda DNA’ya herhangi bir zarar vermez. Bu teknoloji, hücrelerimize geçici bir protein üretmeyi öğretir ve bağışıklık sistemimizi bu proteine karşı güçlendirir. Bu tür teknolojilere karşı ortaya atılan yanlış bilgilerle mücadele etmek, ulusal sağlık güvenliği açısından da kritik bir meseledir. Halkın bilimsel gerçekleri anlaması ve bu teknolojilere güvenmesi, toplum sağlığını korumanın ve hastalıkları önlemenin en etkili yoludur. Bunu söylerken de sınırsız açılmış bir aşı kredisinden bahsetmiyorum elbette. Bir bilim insanı olarak, her bir bilimsel buluşta olduğu gibi aşılarında faydasının şüphe edilmeyecek şekilde net ve tartışmasız bilimsel çalışmalarla ortaya konması gerekir. Acil durum deyip insanlara güvenilirliği ispat edilmemiş aşıları yapmak asla ve asla bilim etiği ile örtüşmez. Nitekim, bu uygulamalara imza atanlar yurt dışında ceza davalarına muhatap olmaya başladılar bile.

Koruyucu Hekimlik ve Biyoteknoloji: Halk Sağlığını Güvence Altına Almak

Biyoteknoloji, sadece tedavi edici çözümler sunmakla kalmaz, aynı zamanda koruyucu hekimlik alanında da devrim niteliğinde gelişmeler sağlar. Türk milletinin sağlığını korumak, hastalıklar ortaya çıkmadan önce alınacak önlemlerle mümkün olur. Bu da elbette biyoteknolojinin sağladığı imkânlarla gerçekleştirilir.

Örneğin, prebiyotikler ve probiyotikler, bağırsak sağlığını güçlendirerek bağışıklık sistemimizi destekler. Diş macunlarında kullanılan biyoteknolojik bileşenler, ağız sağlığını koruyarak diş eti hastalıklarının önlenmesine yardımcı olur. Koruyucu hekimlik, biyoteknoloji sayesinde daha güçlü hale gelir ve sağlık sisteminin üzerindeki yükü hafifletir.

Atatürk’ün halk sağlığını koruma vizyonu, sadece hastalıkları tedavi etmek değil, aynı zamanda hastalıkları önlemeyi hedefleyen bir yaklaşımdı. Bu anlayış bugün de biyoteknolojiyle daha ileriye taşınabilir. Nasıl mı? Bakalım biraz daha yakından.

Genetik Bilim ve Kişiselleştirilmiş Tıp: Türk Biliminin Yükselişi

Biyoteknolojinin sunduğu bir diğer önemli fırsat ise gen düzenleme ve kişiselleştirilmiş tıp alanında. Genetik bilimdeki ilerlemeler sayesinde, genetik hastalıklar tedavi edilebilir hale geliyor. Türkiye’nin bu alanda yapacağı yatırımlar, sadece halkın sağlığını korumakla kalmaz, aynı zamanda bilim ve teknolojide küresel bir güç haline gelmesini sağlar.

Kişiselleştirilmiş tıp, bireylerin genetik yapılarına göre özel tedaviler sunarak daha etkili sağlık hizmetleri sağlar. Bu tür teknolojiler, Türk bilim insanlarının yapacağı yeniliklerle dünya sahnesine çıkabilir.

İlaç Üretimi: Bağımsızlığın Sağlık Teminatı

Sağlık güvenliğinin bir diğer hayati unsuru, kendi ilaçlarımızı üretebilme kapasitesine sahip olmaktır. Pandemi sırasında küresel tedarik zincirlerindeki kırılganlıklar, ilaç ve tıbbi malzemelere olan bağımlılığı daha da gözler önüne serdi. Türkiye, bu alanda güçlü bir biyoteknoloji altyapısı oluşturarak, ilaç ve tıbbi malzeme üretimini milli bir mesele haline getirmelidir.

Kendi ilaçlarını üretebilen bir Türkiye, kriz anlarında dışa bağımlı kalmadan halkını koruyabilir. Bu, sadece sağlık açısından değil, milli bağımsızlık açısından da kritik bir öneme sahiptir.

Sonuç değerli arkadaşlar: Sağlam bir gelecek ancak biyoteknoloji ile mümkün!

Atatürk’ün bilim ve sağlık vizyonu, Türkiye’yi dışa bağımlı olmadan kendi geleceğini inşa eden bir ülke yapma hedefini taşıyordu. Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün mirası, bugün biyoteknolojiye yapılacak yatırımlarla daha da ileri taşınmalıdır. Aşı geliştirme, genetik bilim ve ilaç üretiminde öncü olmak, Türk milletinin sadece sağlığını değil, bağımsızlığını da güvence altına alır.

Bir sonraki makalemizde, tarımsal biyoteknolojinin gıda güvenliği ve ekonomik bağımsızlık üzerindeki stratejik rolünü ele alacağız. O zamana kadar hepinize selamlar.

Çok uzun diye şikayetler nedeniyle biraz daha kısa tuttum yazıyı. İsteyen arkadaşlarla detayları konuşabiliriz.

Saygılarımla,

Özgür Kaleözü

Bu haberi paylaş
yorum Yap